Sevgili okuyucular, benim bir sorunum var kendimden. Kitap okuyamıyorum. Eskiden, küçükken kitap okumaya doyamayan ben, son aylarda (hatta açıkçası yıllarda) elime kitapları alıp alıp yarım bırakıyorum. Bi'sürü yarım okunmuş kitap var elimde. Gerçi kitaplar felsefe-psikoloji tarzında kitaplar ama olsun yani aylarca insan bitirmez mi o kitapları. Hayır sonra mesela bi roman görüyorum, merak ediyorum okumak istiyorum. Ama içimden bi ses "sen önce yarım bıraktığın kitapları bitir. O kitaplar bitmeden roman yok sana!" diyor.

   Sanırım biraz da seçtiğim kitapların türü nedeniyle yarım kalıyor kitaplar. Yani o kitaplarda olay örgüsü yok, merak unsuru fazla değil. Evet felsefe-psikoloji-sosyoloji de ilgimi çeken alanlar ama aylardır da yarım yarım duruyorsa o kitaplar... Yine de birazcık masumum. :)

   Aslında bu bir iç hesaplaşma. Yani kendimi size şikayet etmiyorum, derdimi paylaşıyorum sadece. Sonuçta kitap okumak görev olmamalı, zevk almalı insan. Ben ise önümü felsefe tarzı kitaplarla tıkamışım. Ve onları bitirmeden de geçemiyorum işte...

   Tamam şimdi karar verdim. O kitapları hemencecik bitirip, merak edip de okumadığım "roman"lara başlıyıciğm.

The Misfortunes (Çölde Kutup Ayısı) Üzerine...

Belçika – Hollanda ortak yapımı film, küçük bir kasabada fakir ve cahil babası ve üç amcasıyla birlikte yaşayan 13 yaşındaki Gunther’in ıstırıaplı ergenliğe geçiş hikâyesini anlatıyor. Gunther baba evinde her gün fazlaca alkol, kadın, uygunsuz durum ve aylaklıkla karşı karşıya kalır. Görünüşe göre o da gelecekte aynı kaderi paylaşacaktır. Acaba bu talihsizlikten kurtulmayı başarabilecek midir? 
Oyuncuları ve teknik ekibinin deniz kenarında bisiklete çıplak binerek Cannes’ı çalkaladığı bu komedi, bu korkunç ailenin hiçbir berbat anını ıskalamıyor.
Film, 2010 yılında, İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma’da En İyi Film ödülünü kazanarak Altın Lale ödülünün sahibi oldu
.


Bu filmin insanı yormayan, sıkmayan bir hikaye anlatımı var. Başroldeki çocuğun-Ştrobbe- hikayesi biraz acıklı, yani filmdeki tipler gerçekten çölde kutup ayısı kadar talihsiz. Ama yönetmen acıklı bir film değil, her şeye rağmen hayata tutunan insanlar (pollyannacılık oynayarak değil de dalga geçerek:) ve çoğunlukla neşeli olabilen bir film yapmış. Bu da filme doğallık vermiş. Böyle bir konuyu bizim yerli sinemada işleseler muhtemelen "küçük emrah" gibi bir film çıkardı ortaya.

Kardeşlerin eve haciz memuru gelmesi sahnesindeki tavırları, sahneyi beklenenin aksine üzücü değil, güldüren bir sahne yapmış. Mesela bizim yerli filmleri düşünürsek acıklı bir hikayeden peçete markası sponsorluğunda film yapmak hem kolay hemde risksizdir. Ama bu film risk almış ve gerçekçi aynı zamanda.

Ştrobbe'nin babası kötü bir babaydı ama çok sevimli bir karakterdi bence. Hele o gözünün önüne gelen saçını savurması.. :)

Yalnız filmdeki o tatlı küçük çocuğun büyümüş hali çok alakasız.. Azıcık olsun benzeyen biri oynasın isterdim.

Birde belçikanın ne garip gelenekleri varmış öyle.. Kadın gibi giyinmece, çıplak bisiklete binme yarışı falan..
Yine de kültür olarak bize yabancı gelen şeyler olsa da hepimiz insanız, ne kadar farklı olabilir duygularımız?
Sonuç olarak, izleyin derim. Hayatın içinden ve insanın ruhuna dokunan bir film. :)